17 Mayıs 2013 Cuma

hemşehriler ve kötü anne

       sıradan bir cuma olmasına karşın, nedense en başından sevdim bu günü, sabahın altısından ertesi güne dönen bu vakte kadar. yağmuru hatırlatan ama ıslatmayan, güneşi uzaktan gösterip bunaltmayan bir sevecenlik vardı havada. çocukluğunun  geçit törenlerini hatırlamış gibi bir heyecan sezdim herkeste. öyle sevdim bu günü, loto bile oynamadım, zaten kazandığımı varsayarak...
       bir düşününce aslında manzara değil, tamamen bir beton yığını olduğunun farkına vararak, yine de göre göre görmeye, gördükçe de sevmeye başladığım boğaz köprüsünü azıcık gören güzel evimden çıkıp tepelere doğru yürümeye başladım,öğleden sonra,akşam üzeri. içimdeki sevinç hangi ara bilmem hemşehrilerimle aynı yöne sürükledi beni, kendimi bizim tarafların en sakin, çıkışı en kolay bulunan alışveriş merkezinde buldum,
utanmasam bir alışveriş merkezi olmasına karşın capitol' ü bile beğenebilirdim bugün, yine de tedbiri elden bırakmadım. şifon elbiselere ve ojeli tırnaklara çok yakışacak yazlık ayakkabılara bakıp, benim aksime savaş boyalarını makyaj diye niteleyen kadınlardan ve elektronik aletlerle, spor malzemelerini görünce  kırk yıllık dostunu görmüş gibi davranan adamlardan hangi ara yolumu ayırdım bilmiyorum,

raflardaki kitapları kurcalarken buldum kendimi, cihangirdeki bir köfteciden çıkan selami şahin'e ithafen  ' bunlar soğan görünce hemşehrisini görmüş gibi olur' diyen mehmet  güreli'yi hatırlayarak...
   iyiliğim öyle üstümde ki; d&r 'a bile girmişim, oysa gıcığımda onlara, beyoğlundaki kitapçı faciasından sonra. neyse, vincent ewing'in nihal yeğinobalı çevirisiyle çokça sevilen kitabını aldım, yazar nihal yeğinobalı'nın elinden çıkma genç kızlar; bu kez kitabın üstünde gerçek yazarının adını okuyarak.
         her iyilikten maraz doğduğu gibi, marazlanıp dışarı attım kendimi capitolden, elimde kahve, tüm yasaklara rağmen diğerinde yeni yanmış bir sigara tutarak. otopark duvarının üzerine çöreklenip akşam trafiğini izledim bir süre, arabamın olmadığına bin bir kez şükrederek...
         bağlarbaşını geçip kuzguncuğa doğru yürüdüm, ucuz filmler satan bir dükkana uğradım yolda, ancak biten kahvemin karton bardağını atmak için dışarı çıkınca elmas bir bıçak gibi pürüzsüz kesti mutluluğumu o fren sesi. minicik bir kız, ezilip biçilmekten son anda kurtulduysa da annesinin şiddetinden kurtulamadı, art arda yediği tokatlardan mı, korkudan mı bilinmez burnu kanamaya başladı, annesi kıyamet gibi, kötü dilek üstüne kötü niyet bağırıp durdu yolda, ne allahın belasını vermediği kaldı kızın, ne de akıl fukaralığı, annesi öyle pişman ki; kız geberip gitse de kurtulsa.
        neyse ki daha hesaplı diye büyüğünden almıştım suyu. koşup kızın kanayan burnunu yıkadım, sevgi dilendim annesinden onun adına. hoş, el kadar kızına bağıran eşek kadar yabancıya merhamet eder mi, kadın bağıra çağıra kovdu yanından beni.
          bir mucize gibi şehre sıkıştırdığım huzuru, kanayan burna iyi gelen suyu,  akşam trafiğini bile durduran şefkati kovdu kadın. kovdu dert değil, bizi kovdu ölmesini dilediği kızını yanına alarak.



          evime giden yokuşu küçük kızı düşünerek geçirdim ağlayarak. bütün çabalarıma rağmen ben mutsuzdum artık, kocaman ve tek başıma mutsuzdum. o ne yaptı acaba, mutsuzluğu tek başına kaldıramayacak kadar küçükken ve annesi kendi uzatmadığı yetmez gibi, bir de def ederken bütün uzanan elleri?



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder